Halk sanatında resmin yerini nakış tutar. Ömründe bir tek sahici tablo görmemiş milyonlarca insan vardır, fakat içine nakış girmemiş bir tek ev, bir çift göz bulunabileceğini sanmam.
Bizim memleketimizde nakışın tuttuğu yere gelince, bu alanda eşimiz yoktur diyebiliriz. Çünkü bize suret çizmeyi yasak etmişler, biz de bunun acısını dünyanın hiçbir tarafında bulunamayacak kadar çeşitli nakışlar yaparak çıkarmışız. Nakışlardaki renk ve biçimleri incelerken yolum yazmalara düştü. Bir seneden beri çeşitli yazmaların, yazmacılığın, yazmacıların peşindeyim. Beni yazmalara çeken şu oldu: Evvelâ resim sanatına benzeyen tarafları var. Tabloların çoğu bez üzerine yapılır, yazma da öyle... Üzerine resim yapılacak bez, uzun emeklerle muşamba haline getirilir. Buna rağmen, ileride çatlayıp dökülmeyeceğim ve üzerine sürülen boyaları rahatsız etmeyeceğini kimse garanti edemez.
Yazma güneşten, yağmurdan, çamurdan korkmaz. Yazma boyası resim boyaları gibi bezin yalnız üstünde durmaz, onun iliklerine kadar işler, onunla kaynaşır, bir bütün olur. Yazmanın resimle bir kardeşliği var. Gerçi bu kardeşlik doğuştan değil, fakat bir o kadar mühim. Kalıp meselesi...
Yazma nakışları evvelâ bir tahtaya oyulur, sonra bu tahta mühür gibi boyanır, beze basılır. Aynı usul resim gravür sanatında kullanılır, yalnız tahta üzerinde değil; çinko, bakır veya taş üzerine yapılır. Bez yerine de kağıda basılır. Yazmanın doğuşunda kalıp yok. İlk yazmalarımız doğrudan doğruya has renklerle fırçayla işlenirmiş.
Kalıpla yazma basan bir yazma tezgahı küçük bir matbaa veya küçük bir empirme fabrikası demektir. Yazmacılığın ruhu has renk ve has biçim demektir. Halk sanatımızın yüzünü güldüren has biçimler yazmacılığımızda hâlâ yaşamaktadır. Has renklerden mahrum herhangi bir nakış, yaşama gücünün yarısından çoğunu kaybetmiş demektir. Islanmaktan, gün ışığından korkan bir renk hayatımıza nasıl karışır.
Anadolu’nun birçok yerlerinde hâlâ has renkleri bilenler, bulanlar var. Bir yandan bunları incelerken, öte yandan kimya ilminin en son nimetlerinden faydalanmamız lazım. Bizim kökleri, tohumları kaynatarak bulduğumuz has renklerin daha iyileri çoktan bulunmuş. Tabii çürüklerden biraz daha pahalı, fakat aylarca göz nuru dökülerek örülen halis nakışlı bir kilimin çürük renklere bulanmasından daha hazin ne olabilir?
Has renklerin bir kısmına İstanbul yazmacılarında rastladım. Onlara kavuştuğum zaman o kadar sevindim ki, günlerce üstüm, başım, elim, yüzüm has renklere bulandı. Yalnız üstüme, başıma değil ciğerime kadar işlediler. Gündelik hayatıma, konuştuğum dile karıştılar.
Bedri Rahmi Eyüboğlu